30 Haziran 2009 Salı

ATELEKTAZİ

ATELEKTAZİ Akciğerlerin tümünün ya da bir bölümünün genişleyememesi. Henüz dünyaya gelmemiş olan insan yavrusunun (dölüt) akciğerlerinin hava boşlukları genişlememiştir. Çocuk doğup, ilk soluğunu aldığı zaman akciğerler genişlerler ve süngerimsi görünüşlerini kazanırlar. Fakat bazen bu durum gerçekleşemez. Tam atelektazi ölüme yol açar. Ölü bir çocuğun akciğerlerinde bu durumun görülmesi, çocuğun soluk almadan ölmüş olduğunu, yani ölü doğduğunu gösterir.
Kısmî atelektazi, zayıf doğan ya da doğum sırasında güçlük çekmiş olan çocuklarda görülür. Kısmî atelektazi bir akciğerin tümünü ya da bir bölümünü kapsayabilir. Soluk alındıktan bir süre sonra akciğerlerin sönerek dölüt akciğerine benzer bir görüntü kazanma larına «kollaps» adı verilir.


ehx8k96jdt

ATEBRİN

ATEBRİN Mauss ve Mietzsh tarafından 1932 yılında meydana getirilen, sıtmaya karşı bir
bileşiğin ticarî adı. Akridinden türetilen atebrin hastanın plazmasında ve organlarında çok uzun süre kalabilme özelliğini gösterir. Tedaviye son verildikten 9 hafta sonraya kadar hastanın plazmasında atebrin izleri kalır. Bu özellikleri nedeniyle atebrin akridin türevleri içinde etkenliğini günümüze kadar sürdüren tek ilâç olmuştur.

27 Haziran 2009 Cumartesi

antihemofilik B faktörü (faktör IX)

antihemofilik B faktörü (faktör IX)
Kanın pıhtılaşması için gerekli bir etken; eksikliğinde küçük travma ve yaralanmalardan sonra bile ağır, durdurulması güç kanamalar ortaya çıkar.

antihemofilik A faktörü (faktör VIII)

antihemofilik A faktörü (faktör VIII)
Kanın pıhtılaşma sürecine katılan özetken. Eksikliği hemofili A'ya yol açtığından bu adla anılır. Hemofili A kadınlar tarafından taşınan ve erkeklerde ortaya çıkan kalıtsal bir hastalıktır. Antihemofilik A faktörü plazmada bulunan, ama etkin olmayan bir globülindir. Faktör IX aracılığıyla etkin hale gelir ve etkinleştiğinde faktör X'in etkin hale gelmesini sağlar. Antihemofilik globülin (AHG) adıyla da anılan antihemofilik A faktörü kanın pıhtılaşması için gerekli olan tromboplastin oluşumunda önemli rol oynar.

anti-HBs

anti-HBs
Hepatit B virüsünün yüzey antijenine karşı antikor. Hepatit belirtilerinin başlamasından genellikle 1-4 ay sonra, bazen de daha geç ortaya çıkar. Kanda saptanması geçirilmiş enfeksiyonu belirtir ve hepatit B virüsü enfeksiyonlarına karşı yaşam boyu bağışıklığı gösterir. Hepatit B aşısı, bu antikorun bulunduğu kişilere uygulanmaz.

anti-HBe

anti-HBe
Hepatit B virüsünün "e" antijenine karşı antikor. Hepatit B'nin "e" antijeni (virüsün son derece bulaşıcı olma özelliğini sağlayan antijen) serumda kaybolduktan hemen sonra kanda belirir. Kanda anti-HBe özgül antikorlarının belirmesi serum dönüşümü (serokonversiyon) olarak bilinir; enfeksiyonun iyileşmekte olduğunu ve bulaşıcılığının azaldığını gösterir.

anti-HBc IgM

anti-HBc IgM
Anti-HBc antikorunun özel bir tipi. Hepatit B enfeksiyonlarında ilk yükselen antikor tipidir. Kanda anti-HBc antikorlarının bu biçimde bulunması hastanın hepatit B enfeksiyonu geçirmekte olduğunu gösterir.

anti-HBc

anti-HBc
Hepatit B virüsünün çekirdek (core) antijenine karşı antikor. Hepatit B'nin ilk evresinde ortaya çıkar ve genellikle yaşam boyu vücutta kalır. Enfeksiyon belirtilerinin henüz oluştuğu evrede hepatit tanısının koyulmasına yarar, çünkü bu evredeki tek belirteçtir (marker).

antidot (panzehir)

antidot (panzehir)
Bir zehiri etkisiz hale getirmek (kimyasal antidot) ya da fizyolojik etkileriyle savaşmak (fizyolojik antidot) için tedavide kullanılan madde. İlacın ya da zehirin emiliminden önce mi, yoksa sonra mı etkisiz hale getirildiğine bağlı olarak dış (emilimden önce) ve iç (emilimden sonra) antidotizm (panzehir etkinliği) ayrımı yapılır.

anti-DNA antikorlar

anti-DNA antikorlar
Üretildikleri organizmanın hücresel DNA'sına karşı tepki gösteren öz antikorlar. Kanda çok düşük düzeyde bile bulunmaları birincil biliyer (safra sistemine bağlı) siroz, kronik hepatit, kızartılı lupus, sistemik skleroz, bazı poliartrit ve vaskülit tipleri gibi özbağışıklık hastalıklarının işaretidir.

antidiüretik hormon (ADH)

antidiüretik hormon (ADH)
Hipotalamusun ürettiği bir hormon. Hipofizin sinirsel bölümüne taşınır ve buradan kana geçer. Öncelikle böbreğin toplayıcı kanallarına etki ederek vücutta su tutulmasını kolaylaştırır. Arteriyollerin düz kaslarına etki ederek damarların büzüşmesini ve kan basıncının artmasını sağlar. Ayrıca hipofizden kortikotrop hormonun salgılanmasını düzenler, midenin ve kalınbağırsağın hareketlerini uyarır ve midebağırsak sistemindeki sıvıların salgılanmasını engeller. ADH'nin salgılanması özellikle plazmanın osmotik basınçdaki değişikliklere bağlıdır. Bu değişiklikler, hipotalamusta bulunan ve osmoreseptörler adı verilen özgün alıcı hücrelerce belirlenir. Osmoreseptörler plazmanın osmotik basıncı azaldığında hormon salgısını engeller, plazmanın osmotik basıncı arttığında ise hormon salgısını artırırlar. ADH'nin salgılanmasını etkileyen öbür belirtiler plazma hacminde, kan basıncında ve kanın sıcaklığında ortaya çıkan değişiklikler, hipoksi ve hatta psişik uyarılardır (heye canlar, stres durumu, ağrı vb).
Hormunun salgılanması vücudun sıvı dengesinin korunmasında temel mekanizmalardan biridir. ADH'nin yetersiz salgılanması ya da hiç salgılanmaması, hipotalamik çekirdeklerle ilgili çeşitli patolojik süreçlerden (örneğin travmalar, tümörler, granülomatoz hastalıklar) kaynaklanır. Bu durum şekersiz diyabet adı verilen oldukça ağır bir hastalığa neden olur. Hastalığın belirtileri son derece seyreltik ve bol miktarda idrarın çıkarılması ve önüne geçilemeyen bir susuzluk duygusunun hissedilmesidir.

anti-delta

anti-delta
Delta virüsüne karşı gelişen antikorlar. Delta virüsü (D tipi hepatit virüsü) B tipi hepatit virüsüyle birlikte görüldüğünde hastalık yapar ve hepatit B enfeksiyonunu ağırlaştırır. İki enfeksiyonun üst üste gelmesi prognozu (*) kötüleştirir. Dolayısıyla prognozları kötü olan fulminan hepatit ya da kronikleşme eğilimindeki akut hepatit olgularında delta karşıtı antikorlar daha sık bulunur. Bu antikorların kanda düşük düzeylerde bulunması bile D tipi virüs enfeksiyonunun tabloya eklendiğini gösterir.

antibiyogram

antibiyogram
Belirli bir enfeksiyonda enfeksiyon etkeninin duyarlı olduğu ilacın saptanması amacıyla uygulanan laboratuvar yöntemi. İncelemede enfekte maddeye (kan, idrar, tükürük, mukus, organik salgılar, irin, bakteri kültürleri vb) karşı bir dizi antibiyotik uygulanarak her antibiyotiğin etkisi tedavi açısından değerlendirilir.

anteversiyon

anteversiyon
Bir organın açı yapmaksızın öne doğru eğilmesi. Daha çok dölyatağıyla ilgili olarak kullanılan bir terimdir. Dölyatağı anteversiyonunda dölyatağı dibi (fundus uteri) öne doğru eğilir ve dölyatağı boynu arkaya doğru yer değiştirerek düzbağırsağa dayanır.

anosmi

anosmi
Koku duyusunun yokluğu. Koku duyusunun azalması hiposmi olarak bilinir. Anosmi tam ya da kısmi, bütün ya da yalnız bazı kokular için, sürekli ya da geçici, tek ya da iki yanlı, doğumsal ya da edinilmiş olabilir. Doğumsal anosmi kokuyla ilgili sinirsel yol ve merkezlerin gelişim bozukluklarına bağlıdır. Edinilmiş anosmi ise temel koku algılama yapılarındaki (burun boşlukları, koku nöroepiteli, koku sinirleri, koku yollan ve merkezi) değişikliklerle ilgilidir. Doğumsal, iltihabi, tümör kökenli ve darbeye bağlı nedenlerle burun çukurları ve burun kemik yapısında oluşan biçimsel değişiklikler solunan havanın normal yolunu değiştirip koku nöroepiteline ulaşmasını engelleyebilir. Koku mukozası kronik zehirlenmeler, toksik, dejeneratif ya da iltihabi olaylar ve tahrişlerden zarar görebilir. Örneğin yakıcı gaz ve buharların solunması, sigara dumanı ve burun mukozasına uygulanan ilaçlar doku hasarına yol açabilir. Koku merkezi ve sinirleri enfeksiyona ya da zehirlenmeye bağlı nevritler, sinir liflerinde çekilme ya da kopmaya yol açan kafa travmaları, kanamalar, tümörler ve beyin içindeki dejeneratif süreçlerle değişikliğe uğrayabilir. Önkafa çukurundaki hiperostoz, menenjit, tümör, travma gibi patolojik süreçler yakındaki koku merkezi ve sinirlerini de etkileyerek anosmiye yol açabilir. Tümüyle öznel anomiler de vardır; bu olgularda herhangi bir organik lezyon bulunmadığından nörotik bozukluklar söz konusudur. Anosmi tablosunun temel bir özelliği koku duyusunun kaybıyla birlikte tat alma duyusunun da büyük ölçüde azalmasıdır.

anoreksia

anoreksia
İştah kaybı ve bunun sonucunda ortaya çıkan kilo kaybı. Sindirim sistemi, karaciğer ve iç salgıbezleriyle ilgili hastalıklarda bir belirti olarak görülebilir. Ayrıca hastalıklara, fiziksel bozukluklara, kesin organik nedenlere bağlanamayan bir iştahsızlık biçimi vardır. Buna zihinsel iştahsızlık denir. Psikolojik kökenli olan ve besinlere karşı isteksizlikle belirlenen bu durum sürekli kilo kaybına ve bazı olgularda ölüme bile yol açar. Daha çok
kadınlarda görülür ve ilk belirtileri ergenlik çağında ortaya çıkar. Gençlerde oldukça sık rastlanan ve duygusal gelişim sırasında normal olarak kabul edilen iştahsızlık dönemlerini bu durumla karıştırmamak gerekir. Zihinsel iştahsızlık bazı ailelerde belirli ilişkilerin uyumsuzluğuna bağlı olarak ortaya çıkan bir bozukluk olarak da kabul edilebilir. Bu bozukluk ailede yaşanan, ama bireylerin bilincinde olmadığı bozuk ilişkilerin bir dışavurumudur.

anomali

anomali
Tıpta, genel anlamda normalin dışında kalan her türlü durumu belirtmek için kullanılan terim. Doğumsal oluşum bozukluklarını, bazı ender hastalıkları ya da psikiyatride insan davranışı, karakteri ve kişiliğinin normal dışı boyutlarını tanımlamak için kullanılır.

anoksi

anoksi
Hücrelerde oksijen eksikliğine bağlı patolojik durum. "Oksijensiz kalma" anlamına gelir, ama çoğu kez hücrelerin solunumda kullandığı oksijen miktarı yalnızca azalmış olduğundan "hipoksi"den (oksijen azlığı) söz etmek daha doğrudur. Bu durum atardamar kanındaki oksijen miktarının azalmasına (anoksemi) ya da çevrel kılcal damarlarda kan dolaşımının yavaşlamasına bağlıdır. Kılcal damarlardaki kan akımının yetersizliğine bağlı anoksi kalp yetmezliğinden, bayılma ya da şok durumundan, hatta damarlarda tıkanma ya da spazmdan kaynaklanabilir. Bu durumda bozukluk organizmanın belirli bir bölgesiyle sınırlıdır. Genel anoksi belirtileri ise hem anoksinin yol açtığı doku hasarının, hem de organizmanın buna karşı harekete geçirdiği yeniden düzenleme mekanizmalarının ifadesi olarak ortaya çıkar. Organizma anoksiye tepki olarak her şeyden önce solunum hareketlerini sıklaştırır ve dolaşımı hızlandırır. Daha yavaş devreye giren düzenleme mekanizmaları alyuvar sayısının ve dolayısıyla kandaki hemoglobin miktarının önemli ölçüde artmasıdır. Bölgesel anokside belirtiler oksijensiz kalan yere göre değişir. Anoksi çok ağırsa doku ölümüne bile rastlanabilir. (Bak. iskemi.)

anne karnında kan değişimi

anne karnında kan değişimi
Bağdaşır gruptan kan naklinde özgün bir teknik. Anne kam ile dölüt kanı arasındaki uyuşmazlığın dölütün alyuvarlarında bir yıkıma (eritroblastoz) yol açtığı, buna bağlı olarak az ya da çok belirgin kansızlığın oluştuğu, artan bilirubinin kalıcı beyin lezyonlarma yol açabileceği durumlarda uygulanır. Uygun kan ince bir polietilen sondanın bağlandığı göbek kordonu aracılığıyla verilir ve toplardamar kanalıyla ductus venosus dölütün karın ana atardamarına ulaşır. Aynı anda verilen kandan biraz daha az miktarda olmak üzere dölütten kan alınır; böylece kanın yaklaşık yüzde 90'ı değiştirilir.

ankiloz

ankiloz
Bir eklemin hareketlerinin çeşitli öğelerindeki bozukluklara bağlı olarak kısıtlanması ya da ortadan kalkması. Bu durumda eklemi oluşturan kemik uçlarında kaynaşma ya da eklem kapsülü ve bağlarında bağ dokusu artışı ve çekilme (retraksiyon) görülür. En sık rastlanan nedenleri akut ve kronik iltihaplar ile eklem kırıklarıdır. Gut ve romatizma gibi bazı genel hastalıklar, eklemin uzun süre hareketsiz kalması, yaşlılık gibi etkenler ankilozu kolaylaştırır. Ankiloz bozulan eklemin düzenli hareket ettirilmesi, masaj ve fizik tedavi uygulamalarıyla bazen önlenebilir. Bu yöntemlerle olumlu sonuç alınamazsa eklemin yeniden işlevsel hale getirilmesi için cerrahi girişim yapılır; cerrahi girişim düzeltici osteotomi (kemiği kesme ya da bir parçasını çıkarma), artroplasti (eklemin cerrahi yöntemle yeniden düzenlenmesi) gibi çeşitli tiplerde olabilir.

anjiyotensin

anjiyotensin
Karaciğerde bireşimlenen anjiyotensinojen adlı bir alfa-2-globülin ile böbrekte üretilen renin adlı enzimin tepkimesi sonucunda oluşan madde. Reninle anjiyotensinojen arasındaki tepkimenin son ürünü olan antiyotensin I ya da proanjiyotensin adlı dekapeptit (on aminoasit grubundan oluşan peptit) fizyolojik olarak etkisizdir ve prohormon (hormon ön maddesi) olarak kabul edilir. Anjiyotensin I bir dönüştürücü enzim tarafından biyolojik olarak aktif bir oktapeptite (sekiz aminoasit grubundan oluşan peptit), yani anjiyotensin H'ye dönüştürülür. Bir dipeptidilkarboksipeptidaz olan bu dönüştürücü enzim özellikle akciğer ve daha düşük oranda böbrek dolaşımındaki kanda bulunur. Anjiyotensin II, genel adları anjiyotensinazlar olan çeşitli doku enzimleri tarafından hızla etkisiz hale getirilir. Anjiyotensin reninanjiyotensin sisteminin etkin hormonudur. Bu sistem dolaşım dengesinin (özellikle damar kaslarındaki gerginliğin) sağlanmasında önemli rol oynar. Anjiyotensin, etkisini kan damarlarının düz kaslarında gösterir; kan damarlarının büzülmesine ve dolayısıyla kan basıncının yükselmesine neden olur. Böbreküstü bezi kabuğunun glomerüler bölgesindeki hücreleri etkileyerek aldosteron üretimini de uyarır. Damar büzücü etkisi özellikle deride, böbreklerde ve karın içindeki organlarda görülür. Anjiyotensin ayrıca böbreküstü bezi iç bölgesinde katekolaminlerin açığa çıkmasını sağlar; sindirim kanalı, bronşlar, dölyatağı, idrar yollan gibi çeşitli iç organların düz kasları üzerinde kasılma yapıcı bir etki gösterir; geri besleme mekanizmasıyla böbreğin glomerüllere yakın hücrelerinden renin salgılanmasını engeller.
Anjiyotensin sempatik sinir sistemini uyarıcı ilaçların etkisiz kaldığı çevrel damar kaslarında gerginlik kaybının tabloya egemen olduğu akut dolaşım yetmezliklerinin tedavisinde kullanılır.

anjiyospazm (vazospazm)

anjiyospazm (vazospazm)
Bir ya da birkaç atardamar duvarındaki düz kasların uzun süreli kasılmasıyla kan akımının azalması ve yeterince beslenemeyen dokularda bozukluklara yol açması. Anjiyospazm atardamar hastalıkları, otonom sinir sistemi bozuklukları, zehirlenmeler, soğukta kalma, damar duvarının örselenmesi ve bazı ilaçların (örneğin ergotamin türevleri) etkisi gibi çeşitli nedenlere bağlı olabilir. Kolajen doku, kan ve hormon hastalıkları gibi birçok genel hastalık sürecinde de ortaya çıkabilir.

anjiyosarkom

anjiyosarkom
Kan damarlarının endotel hücrelerinden kaynaklanan kötü huylu tümör. Bu hücreler çoğalarak kan içeren atipik damarsal yapılar oluşturduğundan tümörün görünümü kanlıdır. Anjiyosarkom ender görülür; genellikle gençlerde, 20-30 yaşları arasında ortaya çıkar. En sık memelerde oluşur, ama başka yerlerde, örneğin bacaklarda, deride ya da karaciğer ve dalak gibi iç organlarda da gelişebilir. Organizmada hızla yayılma eğilimi gösteren son derece kötü huylu bir tümördür.

anjiyopati

anjiyopati
Atardamar, toplardamar, kılcaldamar ya da lenf damarlarındaki herhangi bir hastalık durumunu belirten genel terim.

anjiyonöroz

anjiyonöroz
Çevrel damarlardaki kan akımını yerine göre artırıp azaltan düzenleme mekanizmalarının bozukluğuna bağlı olarak dolaşım sisteminde ortaya çıkan bir grup hastalığın genel adı. Büyük ölçüde otonom sinir sistemindeki işlev bozukluklarından kaynaklanan bu hastalıklar arasında Raynaud hastalığı, akrosiyanoz ve eritromelalji sayılabilir.

anjiyom

anjiyom
Damar tümörü ya da damarda oluşan anormal ara doku. Kan damarlarında oluşanları hemanjiyom, lenf damarlarında oluşanları lenf anjiyom adıyla anılır. Hemanjiyomlar daha çok yüz, göğüs ve sırtta, bazen de geniş deri yüzeylerinde görülür. Ender olarak derideki anjiyomlara daha derinlerde bulunan benzer lezyonlar eşlik eder; bu sendroma anjiyomatoz denir. Hemanjiyom kadar sık görülmeyen lenfanjiyomlar daha çok dudak, dil, boynun yan dokuları, koltukaltı ve kasık gibi lenf sistemiyle ilgili önemli yapıların bulunduğu bölgelerde ortaya çıkar. Anjiyomlar genellikle iyi huylu tümörler olarak kabul edilir.

anjiyoloji

anjiyoloji
Tıp biliminin kan ve lenf damarlarıyla onların hastalıklarını inceleyen dalı.

anjiyokolit (kolanjit)

anjiyokolit (kolanjit)
Karaciğer dışı safra yollarının (karaciğer kanalları, ana safra kanalı) ya da bunların karaciğer içindeki uzantılarının kronik ya da akut iltihabı. Çoğu kez safra kesesi ve kese kanalı iltihabıyla birlikte görülür. Oluşum bozuklukları ve safra yollarını tıkayan taş, tümör (pankreas başında, Vater papillasında ya da safra yollarında) gibi patolojik süreçler anjiyokolitin gelişmesini kolaylaştırır. Anjiyokolit bu bölgeye kan ya da lenf dolaşımıyla ya da bağırsaklardan gelen çeşitli mikropların (Escherichia coli, enterokoklar, stafilokoklar, streptokoklar, salmonellalar) mukozada oluşturdukları enfeksiyona * bağlıdır. Enfeksiyonun şiddetine göre değişik özellikler alabilir; mukozada şişkinlik, irinli (pürülan) ya da berrak (kataral) sıvı (eksüda) sızması, hatta karaciğerde apse oluşumu görülebilir. Akut anjiyokolitte görülen belirtiler ateş, sindirim bozuklukları, büyümüş olan karaciğerin elle muayenesinde ağrı ve safra göllenmesine bağlı olarak deri ile mukozaların sarımsı bir renk almasıdır. Daha ağır olgularda ateş çok yüksek ve genel durum bozuktur.
Genellikle akut iltihabın yinelemesiyle ortaya çıkan kronik olgularda klinik tablo daha hafiftir. Belirtiler, akut hastalıkta olduğu gibi tipik ve kesin değildir.

anjiyokardiyografî

anjiyokardiyografî
Çevrel bir toplardamara (genellikle kol toplardamarına) iyot içeren, suda çözünen ve böbreklerden hızla atılan radyoopak bir kontrast madde verilmesinden sonra kalp boşluklarının ve büyük damarların radyolojik olarak incelenmesi. Kalbin ve büyük damarların durumunu, kalp etkinliğinin değişik evrelerini ve bu organlardaki oluşum bozuklukları ya da patolojik değişiklikleri incelemeye yarayan bir yöntemdir (bak. anjiyografi).

anjiyografi

anjiyografi
Organizmadaki damar ve kanal sistemlerinin işlevsel ve biçimsel açılardan radyolojik incelemesini kapsayan tanı yöntemi. Anjiyografide atardamar, toplardamar, lenf yolları gibi yapılar X ışınlarını geçirmeyen bazı özel maddelerin damardan verilmesiyle incelenir. Damar yoluyla uygun madde verildikten sonra çok kısa aralıklarla (seri halde) çekilen röntgen filmleriyle bu yapıların hem hareketli, hem de durgun görüntüleri elde edilir.
Anjiyografi yöntemin genel adıdır. Kontrast madde bir atardamara verilirse arteriyografi (*), bir toplardamara
verilirse flebografi (*), bir lenf damarına verilirse lenfografi (*) gibi daha özgül terimler kullanılır. Kolanjiyografi (*) ise safra yollarının görüntülenmesidir. Çok geniş bir kullanım alanı olan anjiyografi yöntemlerinde çok düşük bir oranda da olsa kullanılan maddeye bağlı istenmeyen etkiler gelişebilir.

anjin

anjin
Eskiden yutak ve çevre dokulardaki geniş bir dizi hastalığı belirtmek için kullanılan genel terim. Günümüzdeki sınıflandırmaya göre yutak bölgesindeki iltihaplı hastalıklar ağırlıklı olarak yutağı ilgilendiriyorsa anjin ya da faranjit (akut faranjit), lenf yapılarını ilgilendiriyorsa tonsilit olmak üzere ikiye ayrılır. Plaut-Vincent anjini ile Ludwig anjini klinik ve anatomik özellikleri nedeniyle ayrı birer hastalık olarak değerlendirilir. Plaut-Vincent anjini ağır bir bademcik iltihabıdır; hastalığın başlangıcında bademciklerde oluşan zar daha sonra ayrılarak yerini zamanla iyileşen bir yaraya bırakır. Ludwig anjini ise ağız boşluğunun tabanında oluşan ağır bir iltihaptır; özellikle zayıf düşmüş kişilerde görülür ve diş ve tükürük bezlerinin enfeksiyonuyla başlar. Zamanında tedavi edilmezse septisemiye neden olabilir.

anizometropi

anizometropi
İki gözün ışığı kırma (refraksiyon) gücünün birbirinden farklı olması. Kırma kusuru bir gözde ya da ikisinde birden olabilir. Kırma kusurunun her iki gözde olduğu durumlarda kusurun derecesi ve biçimi bir gözde ötekinden farklıdır. Sonuç olarak her iki retinada (ağtabaka) birbirinden boyut ve netlik açısından farklı iki imge oluşur; fark bazı sınırları aşarsa, iki imge sinir merkezlerinde birleştirilemez ve gözlerin uyumlu görmesi (binoküler görme) gerçekleşmez. O zaman kişi tek bir gözün görüntüsünü kullanır, kullanılmayan öteki göz görme keskinliğini yitirip ambliyop (bak. ambliyopi) olur; bazen gözlerden biri uzağı görme, öteki ise yakını görme için kullanılır. İki göz arasındaki fark 2-3 diyoptriyi (bak. diyoptri) geçmiyorsa, anizometropi uygun merceklerle düzeltilebilir.

anizokori

anizokori
İki gözbebeğinin çapları arasında fark olması. Normal ışıkta ortaya çıkarsa statik, ışıkla uyarıldığında görülürse dinamik anizokori denir. İkinci durum hemen her zaman sinir sistemi ya da göz hastalıklarının belirtisidir.

anhidroz

anhidroz
Derideki ter bezlerinin ter salgılamaması sonucunda derinin kuru ve çatlak bir görünüm alması. Derinin bir bölümünü ya da bütününü etkileyebilir. Yaygın anhidroz, hipotalamustaki terlemeyi düzenleyen merkezin tümör, yaralanma ve damar anevrizmaları sonucunda yıkımı ya da çevrel sinirleri etkileyen bazı hastalıklar sırasında ortaya çıkabilir. Sınırlı bir deri alanını Jutan anhidroz, çevrel sinir sistemi ile omurilikteki lezyonlara bağlı olarak ya da ter kanalcıklarını tıkayan ve yıkan deri hastalıkları sırasında görülebilir.

anevrizma

anevrizma
Atardamar duvarının yapısındaki değişimler sonucunda atardamarın bir bölümünün belirli sınırları içinde kalıcı genişlemesi (balonlaşması).
Nedenleri genellikle atardamar duvarının orta katmanında (tunica media) değişiklik yapan frengi gibi bir enfeksiyon hastalığı ya da damar sertliğidir. Yalnızca beyin atardamarlarını tutan anevrizmalarda atardamar duvarının yapısal bir zayıflığı söz konusudur. Anevrizmanın oluşumundaki temel etken, atardamarlar içindeki kan basıncıdır; yüksek basınçlı kan duvarın zayıf bir noktasını iterek, dışarıya doğru genişletir. Orta yaşta ve erkeklerde daha sıktır. Anevrizmalar biçimlerine göre; kesemsi, iğsi, silindir biçiminde, kayıksı ve yırtılma anevrizması (kan, atardamar duvarının katmanları arasına sızar) olarak sınıflandırılır. En sık görüldükleri damarlar, beyin kol, bacak, iç organ atardamarları ve aortun özellikle karın bölümüdür.

Anevrizmanın varlığı,
kan pıhtısı oluşup dolaşımın engellenmesi ya da damar duvarının yırtılması gibi olumsuz sonuçlar ortaya çıkıncaya değin hasta tarafından fark edilmeyebilir.

anestezi öncesi (preanestezi)

anestezi öncesi (preanestezi)
Asıl anesteziyi uygulamadan önce, hastayı sakinleştirmek, ağrıyı algılamasını azaltmak, olası alerjik tepkileri önlemek ve asıl anestetik maddenin daha düşük dozda kullanılması amacıyla sakinleştirici ilaçlar verilmesi.

anestezi

anestezi
Duyu iletmekle görevli sinir liflerindeki lezyonlara bağlı duyu yitimi. Dokunma, ısı, ağrı ve derin ağrı duyularından biri ya da dördü birden etkilenebilir. Duyu yitiminin özellikleri, lezyonun bulunduğu yerin saptanmasını sağlar. Lezyon bir çevrel sinir lifindeyse duyu yitimi sinirin dağıldığı bölgenin tümünde görülür. Lezyon omuriliğin ön boynuzundaysa, ağrı ve ısı duyuları ortadan kalkar, öteki duyular kalır, çünkü bu duyularla ilgili lifler omuriliğin arka bölgesindedir. Hastalığın tanısında lezyonun boyutları, normal dışı duyu algılamalarına (parestezi) ya da hareket bozukluğuna yol açıp açmadığı ve belirtilerin ilerleme ya da gerileme gösterip göstermediği göz önünde bulundurulmalıdır. Belirtilerin dikkatle incelenip değerlendirilmesiyle, duyu yitiminin histeride olduğu gibi nörotik kökenli olma olasılığı aydınlatılabilir. Nörotik kökenli olgularda anestezinin alanı, sinirlerin anatomik-fizyolojik dağılımına uygun değildir; beraberinde hareket bozuklukları bulunmaz, hastaların duygusal gidişi dengesizdir. Bazen gerçek duyu yitimiyle, histeri türleri arasında ayırıcı tanı yapmak oldukça zordur.

anerji

anerji
Vücudun, karşılaştığı antijen(*) niteliğindeki yabancı maddelere karşı bağışıklık yanıtı vermemesi. Bu durum doğal bir dirence bağlı olabilir. Örneğin, birçok hayvan türünde bazı enfeksiyon etkenlerine karşı bağışıklık yanıtı oluşmaz. Ama anerji denince genellikle vücudun zayıf düştüğü durumlarda ya da bazı enfeksiyon hastalıklarından sonra geçici olarak bağışıklık yanıtının oluşmaması anlaşılır.

24 Haziran 2009 Çarşamba

aldolaz

aldolaz
İskelet kaslarında yüksek; karaciğer, kalp kası (miyokart) ve alyuvarlarda daha düşük yoğunlukta bulunan
enzim. İlerleyici distrofi gibi bazı hastalıklarda aldolaz değerleri çok yükselir. Miyokart enfarktüsü ve alyuvarların parçalandığı durumlarda da belirgin bir yükselme görülür. Aldolaz düzeyi kanda ölçülür. Ortalama değerler: 0,5-3 IU/lt.

aldosteron

aldosteron
Böbreküstü bezlerinin kabuk (korteks) bölgesinden salgılanan başlıca mineralokortikoit hormon. Görevi böbreklerde sodyumun tutulmasını ve potasyumun atılmasını sağlayarak kan basıncını düzenlemektir. Aldosteron salgılayan böbreküstü bezi tümörlerinin (Conn Sendromu) etkisiyle kandaki düzeyi çok yükselir. Ayrıca yüksek tansiyon ortaya çıkar. Genellikle bir özbağışıklık hastalığına ya da daha seyrek olarak vereme bağlı olarak gelişen böbreküstü bezi yetmezliğinde (Addison hastalığı) kan düzeyi düşer.
Aldosteron düzeyi kanda ve 24 saatlik idrarda saptanır. Ortalama değerler: Kanda (ayakta) 10-30 ng/dl; idrarda 4-20 ug/24 saat.

alçıya alma

alçıya alma
Alçılı sargılarla kemik ve eklemlerin bir bölümünün uzun süre hareketsiz tutulması,

alçılı sargı

alçılı sargı
Kullanım sırasında ıslatılan, alçı emdirilmiş sargı. Özellikle kemik ve eklem gibi darbe görmüş organların uzun süre hareketsiz kalmasını sağlar.

albüminüri

albüminüri
İdrarda albümin bulunması. Daha doğru biçimiyle "proteinüri" (idrarda protein bulunması) olarak adlandırılan bu durum, idrara çıkan proteinlerin büyük bir bölümünün albümin olması nedeniyle albüminüri terimiyle de karşılanır.
Albüminürinin laboratuvar koşullarında belirlenmesi için idrar önce asitleştirilir ve daha sonra ısıtılır. Isının etkisiyle çöken proteinlerin miktarı, daha sonra deney tüpüne eklenen Esbach ayıracı (sülfosalilik ya da pikrik asit) ile belirlenir. Normalde idrara çıkmayan proteinin idrarda görülmesi böbrek hastalıklarının önemli bulgularından birini oluşturur.

albüminemi

albüminemi
Kanda albümin yoğunluğu. Normal düzeyi 3,6-4,9 gr/ dl'dir. Bu düzey şiddetli ishaller, kusma, yoğun terlemeler ve yanıklar sırasında artar; karaciğer ve böbrek hastalıklarında ise azalır.

albümin

albümin
Karaciğerin ürettiği protein. Kanda bulunan proteinlerin yüzde 55-65'ini oluşturur.

albuginea (akkılıf)

albuginea (akkılıf)
Erbezini saran beyaz kılıf. Yapısındaki güçlü bağdoku sayesinde mekanik direnci yüksektir. Acıya aşırı duyarlılığı içerdiği yoğun sinir ağından kaynaklanır. İç yüzünden ayrılan ince yapraklar erbezi dokusunu küçük loblara ayırır. Erbezini darbelere karşı korumasının yanı sıra iltihap gibi, içerdiği dokuların hacminde artışa neden olan patolojik durumlara çok duyarlı bir biçimde yanıt verir.

alanin

alanin
Doğal, hayvansal ve bitkisel proteinlerde bulunan 20 aminoasitten biri. "Temel" aminoasitlerden biri değildir; bu nedenle beslenmedeki eksikliği hastalıklara neden olmaz. Ama çeşitli fizyolojik sıvı ve dokularda en fazla bulunan aminoasitler arasında yer alır.

alalı

alalı
Bir sözcüğün doğru söylenmesini gerçekleştirememe. Bu durum, duyusal konuşma kusurunda (sensoryel afazi) (bak. afazi) olduğu gibi beyindeki bir bozukluğa bağlı olarak değil, konuşmayı sağlayan organların (gırtlak, dil, ağız vb) ya da bu organlara giden çevrel sinir yollarının bozukluklarına bağlı olarak ortaya çıkar. Bunun sonucu olarak sözcüğün bütünü, bir hecesi ya da bir sesi doğru bir biçimde söylenemez. Dislali olarak tanımlanması daha doğru olan alali işlevsel yeniden eğitimle düzeltilebilir.

akyuvarlar (lökositler)

akyuvarlar (lökositler)
Kanda bulunan ak hücreler. Bunlar alyuvar ve trombositlerle birlikte kanın şekilli elemanlarını oluştururlar. Dolaşan kandaki akyuvar sayısı normal koşullarda mm3'te 6.000-9.000 arasıdır.
Akyuvarlar yapı ve işlevleri birbirinden çok farklı olan değişik hücre tiplerini içerirler: granülositler (nötrofil, bazofil ve eozinofil granülositler), lenfositler, monositler. Sağlıklı kişilerde bu hücreler sabit oranlarda bulunurlar. Bu oranlar lökösit formülü ile ifade edilirler. Patolojik durumlarda dolaşımdaki akyuvar sayısı belirgin ölçüde değişebilir ve sayıları tanı için yararlı bilgiler sağlar.

akut karın

akut karın
Karın bölgesinde birden ortaya çıkan bütün şiddetli belirtiler için kullanılan terim. Bu belirtiler arasında en belirgin olanı ağrıdır. Akut karın çeşitli nedenlerden kaynaklanır. Karın bölgesindeki sistem ya da organlarla ilgili patolojik bir sürecin hızla gelişmesine bağlıdır. Bunlar arasında karın travmaları, akut peritonit, akut apandisit, değişik nedenlere bağlı bağırsak tıkanmaları, safrakesesi ve kistli yumurtalık gibi sağlam ya da hasta organların sapları üzerinde burulması (torşiyon), fallop tüplerinin yırtılması, mezenter atardamarının tıkanması, karın aortunda ya da bir aort dalında oluşan anevrizmanın yırtılması ve akut pankreatit sayılabilir.

akut bronşit

akut bronşit
Streptokok ve stafilokok grubu bakterilere ya da virüslere bağlı olarak gelişen hastalık. Özellikle kış mevsiminde üşütmeye bağlı olarak ortaya çıkar. Çoğu kez solunum yollarında bulunan mikropların hastalık yapıcı etkinliğe ulaşmasından kaynaklanır. Kızamık, tifo, boğmaca, grip gibi akut bulaşıcı hastalıklar sırasında akciğerdeki iltihaplanmanın bir uzantısı olabilir. Örseleyici buhar, toz ya da gazların solunmasına bağlı olarak da birden ortaya çıkabilir. Akut iltihaplanma sonucu bronş mukozasında kan ve su toplanır (konjestiyon ve ödem). Ayrıca kanlı ya da irinli balgam oluşur. Hastalık bronşların bir bölümünde ya da tamamında görülebilir. Akut bronşitin belirtileri öksürük, kanlı ya da irinli balgam ve ateştir. Hastalığın yaygın biçimlerinde solunum güçlüğü, solgunluk ve dudaklarda morarma da görülür. Akciğer muayenesindeki dinleme sırasında ince ve kaba çıtırtı sesleri duyulur. Radyolojik incelemede ise yalnızca akciğerlerin damar yapısında artış görülür. Zayıf ve halsiz düşmüş kişiler dışında akut bronşit tehlikeli bir hastalık sayılmaz; 1-2 hafta içinde iyileşir.

akustik maktita

akustik maktita
İçkulağın zarsı labirentindeki kırbacık(*) ve keseciğin (*) duvarlarında bulunan oluşumlara verilen ad. Bunlar ivmelere duyarlı olan alıcıları içerir. Aynı zamanda başın boşluktaki konumuyla ilgili bilgiler de bu yapılar aracılığıyla merkez sinir sistemine iletilir. Makülalar, kirpikli duyusal hücrelerden ve destek hücrelerinden oluşur. Bu kirpikler otolitik zar adı verilen jelatinimsi bir madde içine uzanmıştır. Maküla hücreleri küçük kalsiyum karbonat kristallerinin (bunlara otolit adı verilir ve otolitik zarın üst bölümünde bulunurlar) yer değiştirmesiyle uyarılır. Kristaller, duyusal hücrelerin kirpikleri üzerinde gerilme ya da baskı oluşturarak bu hücreleri uyarırlar.

akustik direnç (ses direnci)

akustik direnç (ses direnci)
Sesin yayılma ortamında karşılaştığı direnç. Ses dalgası belli bir ortama çarpınca, ortam enerjinin bir bölümünü emer, bir bölümünü ise yansıtır. Emilen enerji ile yansıtılan enerji arasındaki oran, ortamın niteliklerine ve özellikle direncine bağlıdır. Odyolojide akustik direnç
ortakulağın titreşen sistemine, yani kulak zarı ile çekiç, örs ve üzengiden oluşan kemik zincirine gelen ses dalgasının titreşim yaratmada karşılaştığı dirençtir.

aerosol tedavisi

aerosol tedavisi
Tedavide aerosol halindeki ilaçların kullanılması (bak. aerosol). Bu yöntemle solunan ilaçlar, akciğer hava keseciklerinin ve bronş ağacının en uç noktalarına kadar ulaşabilir ve yaygın bir etki göstererek kana da geçebilir. Aerosol tedavisi özellikle solunum sistemi ve üst solunum yollarının akut ve kronik hastalıklarında uygulanır.

aerosol

aerosol
Bazı özel araçların yardımıyla katı ya da sıvı maddelerin bir gaz ortamına çok küçük tanecikler halinde yayılması. Yayılan parçacıklara da aerosol denir. Bu parçacıklar bir maske ya da boru aracılığıyla ağız ya da burundan solunarak solunum sistemine ulaşır. Bu yöntemle uygulanan tedavide antibiyotikler, balzamlar ve bronş kaslarını gevşeten ilaçlar bölgesel etki gösterir. Solunum yolları hastalıklarının tedavisinde aerosol halinde mineral sular da kullanılabilir.

aerofaji (hava yutma)

aerofaji (hava yutma)
Yemek yerken ya da tükürüğü yutarken sindirim sistemine aşırı hava girmesi. Normal koşullarda, besinlerle mideye giren az miktardaki hava bu organın üst kısmında toplanarak, "mide kabarcığını oluşturur; yutulan havanın bir bölümü daha sonra bağırsaklara geçer, bir bölümü ise geğirti ile çıkarılır.
Yanlış beslenme alışkanlıkları olanlarda (aşın ve hızlı yiyen ya da az ve kötü çiğneyenler) ve sıkıntılı kişilerde, yutulan hava miktarı büyük boyutlara ulaşabilir; midede aşırı dolgunluk ve şişkinlik hissi, hava noksanlığı hissi ve kalp ritmi bozuklukları gibi bazı rahatsızlıklara neden olabilir. Bu bulgular genellikle geğirme ile kaybolur.
Midedeki hava miktarının artması mide ya da başka karın içi organların hastalıklarına bağlı olarak da görülebilir.

adventisya

adventisya
Kan damarları duvarının dış katmanı. Esnek lifler açısından zengin bağdokudan oluşmuştur ve yakın anatomik yapıların ara bağdokusuna uzanır. Geniş çaplı damarların adventisyasında vasa vasorum denen ve damar duvarının kanlanmasını sağlayan küçük damarcıklar yer alır.

adrenalin

adrenalin
Böbreküstü bezinin iç bölümünde bulunan kromafin hücrelerin ürettiği hormon. Bütün organlar üzerinde etkisi vardır. Kalp atım sayısını, karıncıkların kasılma gücünü ve bunlara bağlı olarak pompalanan kan hacmim artırır. Dolaşım sisteminin deri, böbrek ve sindirim kanalına ait damarlarında daralmaya, buna karşılık kas, kalp ve beyni besleyen damarlarında genişlemeye yol açarak kan akışını denetler; kan basıncını bir ölçüde artırır ve organizmanın daha iyi çalışmasını sağlar. Düz kaslar üzerinde değişik etkileri vardır; örneğin sindirim kanalı kaslarını gevşetirken, büzücü kasları kasar. Merkez sinir sistemini etkilemesi bunaltı ve huzursuzluğa neden olur. Kasları harekete geçiren sinirsel yanıtlar ve beyin kabuğu (korteks) üzerinde güçlendirici etkisi vardır. Glükagon, tiroksin (T4), parathormon, kalsitonin, renin, eritropoietin ve gastrin gibi protein yapısındaki hormonların salgılanmasını uyarır. Buna karşılık insülin salgısını engeller. Adrenalin metabolizma süreçlerinde önemli rol oynar. Karaciğer ve kas glikojeninin parçalanmasına yol açarak kanda glikoz (şeker) ve laktik asitin artmasına yol açar. Yağdokudan yağ asitlerinin serbestleşmesini sağlar. Böylece kandaki esterleşmemiş yağ asitleri artar. Bazal metabolizma ve oksijen tüketimini yükselterek ısı oluşumunu artırır. Adrenalinin genel etkisi acil durumlar ve zorluklar karşısında organizmanın gücünü artırma yönündedir.

Adipozite

Adipozite
Derialtı dokusunda aşırı yağ birikimi. Yağdoku görece dengeli dağılmışsa şişmanlık ortaya çıkar. Ama yağ belirli bölgelerde kütle halinde de birikebilir. Adipozite terimi aşırı şişman kişilerde iç organlardaki yağ birikimini belirtmek için de kullanılır; kalp yağlanması buna örnektir.

adipoz doku (yağdoku)

adipoz doku (yağdoku)
Hücrelerinde yağ kabarcıkları içeren bağdoku. Bu hücrelerin sitoplazmasında damlacıklar halinde birikmiş yağ yapısında maddeler (genellikle nötr yağlar) onlara tipik bir sarı renk verir. Yağdoku değişik yerlerde bulunur: Derialtında, karınzarı arkasında kalan boşluklarda, bağırsak askısında, omentumda, kaslar arası bağdokuda, eklemlerde, kemik iliğinde, yanakta, göz çukurunda, gözyuvarının ardında.
Yağdokunun önemli işlevleri vardır. Vücudun enerji deposudur, vücut yüzeyinden ısı kaybını engeller. Vücudun değişik bölümleri arasında uyumu kolaylaştıran yastıkçıklar oluşturur.
İnsanda yağdokunun farklılaşması anne karnındaki yaşamın son 3-4 ayında başlar ve yaşamın ilk yılları boyunca sürer. Yağdokuya dönüşüm bazı kişilerde erişkin evrede belirginleşir. Irk, cinsiyet, yapı ve beslenmeye bağlı olarak kişiden kişiye önemli farklılıklar gösterir.
Yağdoku normal koşullarda toplam vücut ağırlığının yaklaşık yüzde 10'unu oluşturur. Bu değer şişman kişilerde daha yüksektir. Kadınlarda erkeklerden fazla gelişmiş olan yağdoku memeler, kalça, göbek çevresi gibi bazı bölgelerde daha belirgindir. Erkekte yağdoku öncelikle gövdenin yanlarında, daha sonra göğüs ve karında toplanır. Bu denge hormonlar (böbreküstü bezi hormonları, cinsiyet hormonları, insülin) ve sinirsel etkenlerle sağlanır. Şişmanlıkta ve bazı iç salgı sistemi hastalıklarında aşırı yağ birikimleri görülür.

adenozin trifosfat

adenozin trifosfat
ATP kısaltması ile gösterilen nükleotit. Memelilerin iskelet kaslarında 350-400 mg/100 gr oranında bulunan bu bileşik üç fosfat grubuna bağlı 5 karbon atomlu bir şeker molekülüyle (riboz) bir adenin molekülünden oluşur. Organizmada enerji depolama işlevi gören ATP, enerji gerektiren bütün süreçlerin gerçekleşmesinde önemli rol oynar. ATP'nin fosfat gruplarının, adenozin difosfat ve adenozin monofosfat gibi başka bileşiklere aktarılabilmesi ayrıca önem taşır (bak. adenozin difosfat; adenozin monofosfat). Bu süreç bazı uygun enzimlerin bulunması ve enerjinin önemli bir bölümünün yitirilmeden aktarılmasıyla gerçekleşir.

adenozin monofosfat

adenozin monofosfat
AMP kısaltması ile gösterilen nükleotit. Bir fosfat grubuna bağlı 5 karbon atomlu bir şeker molekülüyle (riboz) birleşmiş bir adenin molekülünden oluşur. Fosfat grubu şekere iki noktadan bağlanabilir. Böylece halkalı (siklik) AMP oluşur. Canlılarda AMP hem nükleik asitleri oluşturmak üzere başka nükleotitlerle birleşmiş olarak, hem de serbest olarak sitoplazmada bulunur (bak. nükleik asit). Sitoplazmada başka nükleotitlerin (adenozin difosfat, adenozin trifosfat) bölünmesiyle oluşur. Adenozin difosfatın bireşimlenmesi için kullanılır. AMP (ve özellikle halkalı AMP) canlılarda gerçekleşen çeşitli kimyasal süreçlerin düzenlenmesinde önemli görevler üstlenir.

adenozin difosfat

adenozin difosfat
ADP kısaltması ile gösterilen nükleotit. İki fosfat grubuna bağlı 5 karbon atomlu bir şeker molekülüyle (riboz) birleşmiş bir adenin molekülünden oluşur. ADP bütün canlılarda vardır. Yeni kimyasal bileşiklerin oluşması için gerekli enerji adenozin trifosfatın (ATP) * ADP'ye indirgenmesinden elde edilir (bak. adenozin trifosfat). Kasların kasılması gibi ATP'nin indirgenmesiyle açığa çıkan enerjinin kullanıldığı başka tepkimeler sırasında da ADP oluşur. ADP'nin hücre solunumunun düzenlenmesinde ve çeşitli enzimlerin etkinliğinde önemli işlevleri vardır.